19 Aralık 2010 Pazar
13 Aralık 2010 Pazartesi
Mektup
Pek sevgili Dostum Halis Bey,
Nasılsınız? İyi misiniz? Umarız ki afiyettesinizdir. Size bir olay anlatacağım geçenlerde başımdan geçen. Vallahi de billahi de inanmayacaksınız. Baştan ben söyleyeyim de siz karar verin gerisine.
Geçenlerde bir kız gördüm yolda efendim kız nasıl güzel, nasıl güzel şu kısacık mektubuma sığdıramayacağım, sığdırsam da tarifte yetersiz kalacağım gibi bir güzel. (Bu konudan kesinlikle eşim hanımefendiye bahsetmeyeceğinizi umarak yazıyorum ama zannetmeyiniz ki anlatacağım bir aşk macerasıdır. Böyle bir hafifliğe ne eşime sadakatim ne de kendime duyduğum saygı izin verir.) işte bu kız yürüdükçe saçı bukalemun denilen o sürüngen gibi renkten renge giriyor, bir yandan da içerden çekiyorlarmış gibi bir uzun bir kısa oluyordu. Kafasının sağ yanında düz sol yanında kıvırcık saçlar taşıyordu. Şimdi sizin düştüğünüz durum gibi ben de başta afalladım. Güneşten olacak dedim. Hemen yakındaki bir büfeden bir şişe su alarak yüzümü yıkadım bu arada da üstümü başımı sırılsıklam ettim. Efendim bereket mevsimlerden yaz yoksa o şekilde zor dolaşırdım insan içinde. Ben o an kızı görme ve gerçeğe ulaşma sevdasından vazgeçmişken birden büfenin hemen iki dükkan yanındaki tuhafiyeciden çıkmasın mı kız? Ben de bir yandan kıza biraz daha yaklaşayım da gözüm mü yanılıyor aklım mı yoksa kızcağızın yaradılışında mı bir kusur var onu anlayayım diye uğraşırken sağımdan solumdan geçenlerin beni ayıpladıklarını, üstüne üstlük parmakla gösterdiklerini fark ettim. Beni sapık sanmışlar, masum emelimi de kıza sarkıntılık algılamışlardı. Ne yazık değil mi efendim şu insanlar nasıl da ön yargılı oluyorlar. Etrafımın çekintisinden kızın yanardöner saçlarını uzaktan takip etmek zorunda kaldım. Gerçekten de sürekli değişiyordu saçlar. Yüzümü elledim hala ıslaktı, gözlerimi ovuşturdum hatta inanmazsınız bir noktadan sonra öyle bir hayrete düşmüştüm ki (Bunu yazarken bile utanıyorum.) elimi ceketimin cebine atıp kendi kendimi bile çimdikledim. Sonunda kızın gerçekten farklı olduğu görüşünde gözlerim, aklım, mantığım birleşti. İşin içinde merak unsuru girdi bu kez de. Artık kıza gidip sorayım diyordum ama ayıp olacak diye de çekiniyordum. Anneannem insanların eksiklerini yüzüne söylemek çok ayıptır hafifçe hissetmesini sağlasan kafidir hem gönül kırmazsın hem de birine yararda bulunursun derdi nur içinde yatsın. Ben de bu öğüde uyup biraz düşündüm uygulayacağım sezdirme planını biraz sonra da harekete geçtim. Önce kıza hızlı adımlarla yaklaştım karşısında şapkamı çıkarıp “Merhaba hanımefendi” dedim. Kız da bana karşılık verdi. Ben tavırlarımı bir pazarlamacıya benzetip biraz yüksek ve ısrarlı bir ses tonu kullanıyordum. (Sevgili dostum bilirsin küçükken ne tiyatro sevdalısı olduğumu. Bu olay sebebiyle yeteneğimi de deneme fırsatını bulduğuma pek sevinmiştim o an.) Çok güzel saçlarını olduğunu, yeni bir şampuan çıktığını, denemeyi isteyip istemediğini sordum. Kız beni terslemesin mi? İşte bu olaydan sonra ben de kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde uzaktan takibime devam ettim dostum. Başka ne yapacaktım ki zaten. Ben takip ederken kız pür dikkat ona bakmıyor olsam kaçırabileceğim bir hızla hemen yanındaki sokağa saptı. Ben de girdim sokağa ama karşımda bir duvar buldum bir de çöp tenekesi. Çöpün işinden bir kara kedi fırladı, bana sürtündü, sonra geçti gitti. Bu iş eğer sizin de tahmin etmiş olduğunuz gibi bir doğaüstü güçler meselesi ise şükürler olsun ki tanrının sevdiği kuluymuşum başıma bir iş gelmedi. Yok eğer sıcaktan, bunaltıdan görülmüş bir hülya ise de kediye bir anlam veremem o zaman da. Neyse ne artık. Ben yalnızca sizinle paylaşma gereği duyduğum bu olayı başkalarına anlatmayacağınıza dair size karşı sonsuz bir güven besliyorum. Şu anda içinde bulunduğum şoktan ancak çıkmış olduğumu mazur görmenizi dileyerek mektubuma burada son veriyorum. Tüm ailenize selamlar gönderiyorum.
Ahmet
DÜŞünce
Bir ben olsan yalnızca
Benden başkasına ne muhtaçsın ne de
Seni idam edecekler sen oluverdin diye
Her ruh kendi benlik potasında erimek ister ama
Kendi benliğini bulamayan biz ya da kimi kimseler
Kendimize yabancı ya da yalancı senliklere esenlikle saldırıyoruz
Ateşe uçan pervaneler gibi…
9 Aralık 2010 Perşembe
İnsan içre
Evler yaptı insanlar kat kat
Kat kat üstünde evler vardı
Kat kat üstünde insanlar yaşadı
Evlerin içinde insanlar vardı
İnsanların içi başka
Evlerin içi…
5 Aralık 2010 Pazar
Gerçeklik ve Algı Üstüne
Gerçek nedir? Bize göre dışarıdan algıladıklarımız bizim gerçekliğimizi oluşturuyor. Bu tüm metafiziksel ya da sezgisel olmayan -pozitif bilimler dahil- her şey için geçerli. Çünkü düşüncelerimizin oluşma mekanizması temelde dışarıdan aldığımız uyarılara bağlıdır. Buna bir çocuğun anadilini öğrenmesini, farklı öğrenme teknikleri(informal, formal…) bir şeyleri öğrenmesi gibi durumları gösterebiliriz. Ancak şu an düşünülen paralel evrenlerin varlığı meselesi ve hakkında net bir bilgiye sahip olunmayan insanların algılarındaki farklılık bir ortak gerçek yerine bireysel gerçeklikler olduğunu düşündürüyor. Halbuki insan, bir şeye dayanmak ve açıkça güvenmek için kendisine bağlı olmayan yani kendi kendine bir çıkış, ya da sığınma noktası edinebileceği bir bağımsız ortak gerçeklik arzusundadır.
Bir diğer nokta da bu konuda aslında bizim algılamadığımız şeylerin de bir biçimde gerçek oluşudur ki boyutsal açıdan bakarsak duruma bizim şu anda üç boyutlu algıladığımız evrenin farklı boyutlarının da olduğu uzun zamandır bilim adamları tarafından da öne sürülen bir savdır. Ancak bunlar teoride, hesaplamalar üstünde kaldığından böyle bir durum üzerine herkesçe bir kabullenilmişlik ve yeterli bir farkındalık yoktur.
Öyleyse bizim duyularımızın algılayamadığı şeyleri algılayanlar var mıdır? Bu makinelerle zaten uzun zamandır yapılan bir şeydir. En basitinden zaman algımız için saatleri, hastanelerde radyoloji bölümlerinde maruz kalınan radyasyonu ölçmek için cihazlar ve bunun gibileri uzun zamandır kullanılmaktadır. Ancak insanın aracısız biçimde farklı bir algı seviyesine sahip olması çok da alışılageldik bir şey değil bizim için. Diğer bir yandan uğraştığı işlerle ilgili Serhat Gümrükçü bir röportajında diyor ki: “Bu tamamen bir farkındalık düzeyi, nasıl bir farkındalık düzeyi. Zihnin sınırlarını bedeninle çizmeme hali denebilir aslında. Hermes’in bir lafı var, diyorki “İnsanın tüm yaşantısı zihnindeki düşüncelerden ibarettir”. Hakikaten beynimizde oluşan bütün algılar, bütün her şey bizim yaşantımız. Şu anda karşımda oturuyorsunuz. Benim zihnim karşımda oturduğunuzu söylediği için benim için karşımda oturuyorsunuz, benim zihnim bunu söylemese siz benim için yoksunuz. Başka insanlar için olsanız bile yoksunuz.” İşte burada belki de insanın farklı algılarının açılması, dördüncü ya da başka bir boyutu da algılayabilmesi söz konusu. Ve aslında bakıldığında meselenin özünün tamamen üç boyut ve sınırlı algılar üzerine çalışan cihazların da bu enerjiyi algılayabilmesi söz konusu değil. Bu iki boyutta yaşayan insanların üçüncü boyutu gördüklerinde onu anlayamamaları ile karşılaştırılabilir belki de hayal etmek ne kadar zor olsa da. Ayrıca tüm bunların yanında zaten dinlerce de bahsedilen farklı boyutlar ve yaşamlar da asırlardır söylenegelmekte ancak normal insanların bu algıya sahip olmamaları ve buna sahip olan sıradan bireylerin de bir şekilde yasaklanmış bir şey yaptığı düşüncesi nedeniyle konu üstüne çok fazla düşülmemiştir.
29 Kasım 2010 Pazartesi
Bilinegelen
İnsanoğlu o kadar garip ki bu zaten söylenegelen bir şeydir. Ancak her geçen saniyede nasıl da farkına varıyoruz bunun değil mi?
Şimdi istediğine sahip olsa mutlaka ki daha sonra ondan başka bir şey ya da onun tam tersini isteyecek. “Oldu aslında ama bir de şöyle olsa…” diye başlayan cümlelerle geçecek hayatı. Belki istediklerinin tümünü alamaması ondandır. Zaten öyle olsaydı da an gelecekti, bu sefer istediklerinin hepsini aldığından şikayetçi olacaktı. Bu kısır bir döngüden öte bir gerçek.
İnsanoğlu mutlu olamaz o zaman. Bunu söyleyebilir miyiz? Tabi ki söyleyemeyiz. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki insanoğlunun durumu hiçbir zaman durağan değildir. Sürekli bir değişim; iyi ya da kötü, gelişme ya da gerileme şeklinde bir gel-git içerisindedir. Bu nedenle yaşayabildiklerimiz -şimdi kesin konuşmak doğru olmadığından- kısa sürelidir demek yanlış olmayacaktır. Bu belki zamanın bir işlevidir, belki de insanın tatminsizlik parçasının ağır basmasından git gide.
Ancak şu kesindir ki insan böyle yaratıldı. Belki evriminin bir gereğidir bu belki de kötü bir özelliği. Ama sebebi bu durumun gerçekliğini değiştirmiyor.
Olmayacak gibi hiçbir zaman ve olmuyor da zaten görüldüğü gibi. İdeal olan yalnızca “belki” düşlerde yer alacak ve yaşamlar kesişmeyecek hiçbir zaman.
“Benim divane gönlüm”
İşte geldim. Ama bir dakika. Doğru ya! Önce rüzgara seslenecektim. Affedersiniz sayın rüzgar, acaba sesimi iletebilir misiniz arkadaşım Bican’a. Teşekkürler. Tabiî ki biliyorum eski günlerin hatrına olduğunu bu lütfunuzun. Tekrar teşekkürler, iyi günler.
Evet Bican şimdi duyabildiğine göre beni anlatayım: Biliyorum biraz kırgınsın bana. Şimdi neden geldin diyorsun ama izin ver lütfen de beni dinle. Anlatacağım zaten buraya biraz da onun için geldim. Her şey o gün başladı. Şu ilerdeki kayalıkların oraya bir küçük kız çocuğu gelmişti. Öyle güzeldi ki hemen saklanıp bir kayanın arkasına izlemeye başladım onu. Taş sektiriyordu suda ya da bazen öylece durup aksini izliyordu. Önceden de bilirdim ben bu insan milletini ya böylesi olmasını beklemezdim, o kadar yakından görmemiştim hiç. O gün düştü aklıma buradan kurtulma isteği. Bak şimdi kurtulma falan diyorum ya alınma sakın. O zamanlar benim için bir kafesti bu enginler. Yetmiyordu uçsuz bucaksız bu sular merakımı gidermeye. İşte o gün koydum kafama insanları, yer yüzünü tanıyacaktım. Aralarında olacaktım. O güzel kız çocuğunun arkadaşı olmak isterdim mesela.
O günlerdeki halimi zaten biliyorsun. Düşünceli, yorgun ve şaşkındım. Sonra bir yolunu bulup, ne yapıp yapıp bu bacakları edinmeyi ve karaya çıkmayı başardım. Şimdi anlatmayacağım sana bunu nasıl yaptığımı. Çünkü biliyorum, başkaları da dinliyor bizi. Oysa benimkisi bir sır. Yalnız şunu söyleyebilirim ki ayağımı(Evet! Artık bir ayağım vardı.) toprağa bastığım an lanetledi deniz beni. Artık eskide kalmış olan yaşamıma geri dönemeyecektim ne kadar istesem de. Başta ben bunu bir lanet olarak algılamamıştım tabi ki. Oysa şimdi daha iyi anlıyorum bazı şeyleri.
Son söylediklerimden anlamış olmalısın şimdi düşündüklerimi az çok. Yine de anlatacağım:
İlk çıktığım anı tahmin edebilirsin. Öyle mutluydum ki devamlı yürümek istiyordum, insanlarla konuşmak, yanlarına gitmek, tanımak onları bir bir. Zaten bunun için burada değil miydim?
Tabi ki önceleri yürümekte güçlük çekiyordum ama alıştım zamanla, ayak tabanlarım bile sertleşti. İnan acı verici bir süreçti bu benim için. Sonra, ancak doğru düzgün yürümeyi becerebildikten sonra yaklaşabildim kasaba denen içinde bir sürü yuva olan yere. Şanslıymışım ki daha çok balıkçıların yaşadığı bir kasabaydı gittiğim. Çok zorluk çekmedim, en azından diğer yerlerdeki havanın şu yavan kokusu yoktu, daha alışık olduğum kokulardı bunlar. Bazı insanlarla konuştum sonra. Onlardan öğrenmeye çalıştım burada nasıl yaşayacağımı. Kim olduğumu söyleyince benimle pek uzun konuşmuyorlardı ama faydalı şeyler anlatıyorlardı yine de. Aralarında konuşurken benden deli diye bahsettiklerini duydum bir keresinde. Neyse, onlardan öğrendiğime göre; yaşamak, doymak, uyuyabilmek, giyinebilmek için paraya ihtiyaç varmış. O da bir iş yapıp öyle kazanılırmış.
Bir gece gezinirken sokakta insanların oturup içki içtikleri bir yerden bir kadın sesi duydum. Bildiğim bir şarkıyı söylüyordu kadın. Aklıma kayalıklara uzanıp şarkı söylediğim günler geldi, ben de söylemeye başladım kadınla birlikte. Sonra oradakiler beni de içeriye davet ettiler, param olmadığını görünce sesimin çok güzel olduğunu istersem para karşılığı orada şarkı söyleyebileceğimi söylediler. Kabul ettim ben de. Ancak orasının kokusu tüm kasabadan biraz daha farklıydı. Daha çok terle karışık alkol hakimdi basık tavanlı, meyhane denen bu yerin havasında. Yeryüzünde hoşuma gitmeyen şeyler bununla başladı. Sonra şehre, daha kalabalık ve daha yüksek binaları olan bir yere gittim. Burada da çok toz vardı. İnsanlar bastıkça yere toz kaldırıyorlardı ve o kadar çok insan vardı ki, öbek öbekti hepsi. Öbek öbek insan doluydu sokaklar. Çok korkmuştum Bican. Çok insan vardı çünkü.
Oysa ben neler düşünerek gelmiştim buraya dedim kendi kendime, şimdiyse şu halime bak insanları tanıyıp seveceğimi düşünüyordum ben. Yanılmışım. Tek bir insan bile tanıyamadım. Hepsi öbek öbek dolaşıyordu çünkü, kopmuyorlardı birbirlerinden. O kız çocuğu bile arkadaşlarıylaydı hep, hiç bakmadı bana. Hep bir topluluğun, her zaman bir yığının parçasıydılar. Ve ben yığınları tanıdıkça sevmedim onları, uzak durdum, kaçtım hep. Benim hayal ettiklerimden öyle uzaktı ki bu hayat. O zamanlar iyiden iyiye geri dönmeyi planlıyordum ki sonradan aklıma geldi denizin üzerimdeki laneti.
Artık bacaklarım hevessiz yürümeye. Sesimse yorgun şarkı söylerken bile. Seni özlemeye başladım, eski günlerimi görüyorum rüyalarımda artık. Hiç uyanmak istemiyorum bu yüzden. Biliyorum bana kırgınlığını, çekiniyorum aslında senden ama işte geldim ve anlatıyorum anlayacağını umarak beni. Biraz sonra daha da yakın olacağız belki. İçimde bunca zamandır biriken toz bir yük artık, insanların bana yaptığı. Meğerse insan dediğin bildiğimizden bambaşka bir şeymiş Bican.
Ne kadar da manidar değil mi şu önümdeki zincir. Bilmem belki de deniz koymuştur özellikle, bana sınırlarını bil dercesine. Biliyorum şimdi de izliyorlar beni ama bugünkü en güzel gösteri olacak kapanış şerefine. Yalnız sana son bir diyeceğim var Bican. Çantamda buralarda yaptıkları kek diye güzel bir yiyecek var. Sana getirdim, alır yersin sonra. Afiyet olsun.
İnsanı Tanıma Sanatı’ndan (Alfred Adler 1870-1937)
…
Kadınla erkek arasında daha sağlıklı bir ilişkinin kurulmasına yönelik çabalardan en önemlilerinden biri olarak, öğretim kurumlarındaki karma eğitimi gösterebiliriz. Ancak böyle bir eğitimin tartışma götürmez bir nitelik taşıdığı söylenemez; karşısında yer alanlar bulunduğu gibi, savunucuları da vardır. Bu sonuncuların, karma eğitimin temel üstünlüğü olarak ileri sürdüğü şey, erkek ve kızların böylelikle vakit geç olmadan birbirini tanıma fırsatına kavuşacağı, dolayısıyla bir takım yanlış ön yargıların doğacak zararlı sonuçlara yer açılmasının en iyi şekilde önlenebileceğidir. Karma eğitime cephe alanların bu tutumları için öne sürdüğü nedene göre, erkekler ve kızlar arasında okula başlama döneminde zaten alabildiğine güçlü olan karşıtlık, karma eğitimde daha da geniş boyutlara ulaşacak, çünkü erkekler kızlar karşısında bir ürkekliğe kapılacaklardır. Böyle bir ürkekliğin nedeni de, ilgili dönemde kızların ruhsal gelişimlerinin erkeklerinkinden daha hızlı bir seyir izlemesidir; dolayısıyla, ayrıcalıklarının yükünü omuzlarında taşıması ve kızlardan daha becerikli sayılacaklarının kanıtlarını sergilemesi istenen erkeklerde, ansızın ayrıcalıklarının, gerçek karşısında sabun köpüğünden farksız sayılacağı düşüncesi uyanacaktır. Bazı araştırmacıların sözde saptadığına göre karma eğitimde erkekler kızlar karşısında çekingen davranarak özsaygılarını yitirmektedir.
Söz konusun görüş ve nedenlerin kuşkusuz doğru bir yanı yok değildir. Ne var ki, ilgili nedenler ancak karma eğitimin altın madalyayı kazanmak için kızlarla erkekler arasında bir rekabet savaşı gibi anlaşılması durumunda geçerlilik taşıyacaktır. Öğretmen ve öğrenciler gözüyle böyle bakılacak bir karma eğitimin zararlı nitelikler taşıyacağı kuşkusuzdur. Karma eğitime daha sağlıklı bir yoldan yaklaşan, onu kız ve erkeklerin gelecekte ortak ödevler üzerinde sürdüreceği ortak çalışmalar için bir alıştırma ve hazırlık olarak görerek, böyle bir yaklaşımı mesleki uğraşlarına temel yapan öğretmenler çıkmadıkça, karma eğitim denemeleri her zaman başarısız kalmaya mahkûmdur. Karma eğitimin karşısında yer alanların ise söz konusu başarısızlıkları, kendi görüşlerinin doğruluğuna kanıt sayacakları kuşkusuzdur.
…
bir gece işi
Gülüp gülemeyeceğine karar veremeden
Boşluğuna akıttın göz yaşlarını karanlığın
Anlamaz akıllarla sallanırken boyuna kısa salıncakta
Düşmemek için bu sefer kucağına
Daha da sıkı sarılmaya çalıştın zincirlere
Ayağını toza toprağa bulaya bulaya
Bir türlü de durduramadan akışını
Durmasın isterken
Düştün bilmeden
Değişim
Zaman geçtikçe insan nasıl olduğunu çok da anlamadan değişiyor.
Bu değişim denilen iyi mi yoksa kötü bir şey mi bilinmiyor bilinçsiz bir süreç olduğundan.
Ancak insan geriye baktığında fark ediyor ve o zamanki durumuyla şimdikini karşılaştırıp karar vermek zorunda kalıyor. Bu da şu anki düşünce biçimiyle olduğundan pek de nesnel bir değerlendirme olmuyor. Şimdi olduğum yerden pişman olmamakla birlikte eskileri özlüyorum. Onları geri getirmenin, eskisi gibi olmanın bir yolu yok biliyorum. Geçen zamanda çok şey gördüm ve çok şey düşündüm çünkü. Yine de özlemek bile ayrı bir haz kaynağı o zamanları.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)